HERKES DÜŞÜNDÜĞÜNÜ RAHATÇA SÖYLEYECEK!

Geçen haftanın bence en ilginç olayı, Başkan Erdoğan’ın AKP Kadın Kolları Olağan Kongresinde;
Bu ülkede artık inanç özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, fikir özgürlüğü kavgası olmayacak. Herkes inancında serbest. İnancını serbestçe yaşayacak.
Fikir-düşünce özgürlüğünde, düşündüğünü, inandığını rahatça söyleyecek.
Başı açık-kapalı tartışması olmayacak” demesiydi!

Erdoğan’ın, bu sözleri inanarak söylediğini biliyorum!
Ben biliyorum da; Erdoğan fikir özgürlüğü, herkesin düşündüğünü rahatça söylemesinde hür dünyanın ve gelişmiş demokrasilerin hangi noktaya geldiğini hala bilmiyor!

Erdoğan’ın, yazının başındaki sözlerinin tamamı ve doğrusu (Erdoğan’a göre) şöyledir; “Herkes düşündüğünü rahatça söyleyecek ama benim doğrularıma göre!” Aynen Nitekim Paşanın (Kenan Evren) “N’apalım yani asmayalım da besleyelim mi” dediği gibi…

Erdoğan’ın özgür konuşma anlayışına bir örnek verelim;
Geçen hafta Bergama’da 65 yaşında bir esnaf (İlhan Korkmaz) sosyal medyada bir arkadaşının 15 Temmuz ile ilgili bir mesajını paylaşmış!
Polis, sözüm ona imzasız-isimsiz bir ihbar üzerine İlhan Beyi dükkanından alıp emniyete götürmüş. Saatlerce süren sorgudan sonra İlhan Bey, Savcının talimatıyla serbest bırakılmış.
Akşam üzeri Polis İlhan Beyi yine almış. Savcı tutuklama talebiyle mahkemeye sevk etmiş, Yargıç iki dakika içinde tutuklayıp ve cezaevine göndermiş!

Niçin tutukladınız, niçin saldınız? Madem serbest bıraktınız sonra ne oldu da tutuklayıp içeri attınız? Ne oldu özgür düşünce?

Bergama’da halkın konuştuğu şudur;
Şikayetçi olanlar AKP’li iki kişi. İlhan Beyle ilgili takıntıları olan vatandaşlar!
İlhan Bey serbest kalınca, bu iki zıpçıktı, bir yerlere telefon ediyorlar, talimat alan yargı mensupları serbest bıraktıkları adamı tekrar getirtip, emir gereği içeri atıyorlar!
Bu davranış hukuk devletine, anayasa teminatındaki kişi hak ve özgürlüklerine sığmaz. Ama AKP’nin özgürlük anlayışına sığar. Çünkü herkes Erdoğan gibi düşünmek zorundadır…

Bu davranışın temel nedeni, gerçek demokrasi ile AKP demokrasisinin çok farklı olmasıdır. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, AKP önderliğini gerçek demokrasiye yanaştıramazsınız. “Yamuk ağaçtan düz baston çıkmaz” deyişimiz bundandır…

Böyle durumlarda toplumlar bir karar vermek zorundadır.
Ya mevcut durumu kabullenip, faşist dikta altında yaşayacaklar ya da Anayasanın ve TBMM’ce kabul edilen uluslararası antlaşmaların kendilerine verdiği demokratik direnme haklarını kullanıp, özgürlüklerini koruyacaklar.
Şimdilik görünen Türk Milletinin dinamik güçlerinin “gönüllü kölelik” düzenini kabullendikleri yönünde!

Sizlere, 1984 yılında yaşadığım bir olayı anlatmak isterim.
O günlerde Türkiye’de Sıkıyönetim var ve “O günün Beşleri, yarının Leşleri” diye anılan 5 General yönetimde söz sahibi! Yani hem sıkıyönetim hem askeri yönetim var! Çifte kavrulmuş gibi! Kimse kafasını bile kaldıramıyor.
Sivil plakalı minibüsler, geliyor ve 8-10 kişiyi alıp götürüyor! Kimse ses çıkaramıyor! Gözaltı süresi 45 gün! 30 günü işkence, son 15 günü mahkeme öncesi işkence izlerinin silinme tedavisi! Bugün yaşadığımız zorlukların misliyle fazlası yaşanıyor…

DYP Genel Başkanı Yıldırım Avcı, 25 Mart 1984 Yerel Seçim propagandası için “Süvari” adlı seçim otobüsüyle Bergama’ya geldi. İstiklal Meydanında toplanan 6-7 bin kişilik topluluğa konuşuyor. Ben de hem Bergamalı hem eski Bergama Belediye Başkanı hem de DYP kurucusu olarak tam arkasındayım.
Bir ara omuzuma biri vurdu, döndüm tanımadığım hırpani kılıklı biri; “Ben Siyasi Şubeden komiser filanca. Yıldırım Avcı’yı Sıkıyönetim Komutanlığının emriyle almaya geldim. Konuşması bitince alacağım” dedi!
Ben “Sıkıyorsa al bakalım. Bir sözümle aşağıdaki binlerce insan seni paramparça eder. Sen ne biçim konuşuyorsun? Alacağım dediğin kişi bir Genel Başkan, yürü git” dedim. Adam gitti, on dakika sonra tekrar geldi.
Komiser, ezile büzüle; “Abi ben emir kuluyum. Bana yardım et” deyince, ben ona, Bak kardeşim, her şeyin bir usulü var. Biz kanunlara saygılıyız. Miting bitsin, millet dağılsın, ben Genel Başkanla konuşayım, gelir ifadesini verir” dedim.

Dediğim gibi oldu. Sadece, yakın arkadaşlarıma durumu anlattım ve meydandaki kalabalığı hemen Adliye binası önüne getirmelerini tembihledim.
Yıldırım Avcı ve ben bir araçla Savcıya gittik. Sivil Savcı bizi karşıladı ve “1946 ve 1983 seçimleri Türk Siyasi tarihine geçen iki kara lekedir” sözünüzden dolayı Sıkıyönetim Komutanlığı soruşturma açtı. İfadenizi alacağım” dedi.
Ama aynı anda seçim otobüsü, davullar-zurnalar ve binlerce insan adliye önüne geldi ve Genel Başkanlarını vermeyeceklerini haykırmaya başladı. Adliye’ye girmeye çalışan halka asker-polis engel olmaya çalışırken korkularından, halka dipçik ve coplarla vurmaya başladılar. O andan itibaren olaylar tırmanmaya başladı.

Biz pencereden olayları seyrederken, Savcının kapısı kırılırcasına açıldı ve bir Deniz Binbaşı Savcı ve bir Deniz Yüzbaşı Savcı odaya girdiler. Savcıya “Soruşturma bizim tarafımızdan yürütülecektir, lütfen sanık hariç burayı boşaltın” dedi.
Askeri Savcı’ya, “Bak Komutan, dışarda binlerce insan var. Genel Başkanlarını istiyorlar. Ne yapacaksınız yani, kendi vatandaşınızın üzerine ateş mi edeceksiniz? Siz, bu şartlar altında tutuklama yapamayacağınızı Komutanınızla konuşun, ben de topluluğu sakinleştirip, dağıtayım” dedim. Sonuç, aklın dediği gibi oldu ve Sayın Yıldırım Avcı’yı Bergama’dan serbestçe uğurladık.

Bizler, demokrasi anlayışımız gereği Sıkıyönetim Savcılarına temsilcimizi vermedik. Haksız tutuklamaya direndik. Biz kazandık, Cunta kaybetti.
Sonra Sıkıyönetim Mahkemelerinde aylarca yargılandık ve beraat ettik.
Bizler, o günü yaşayanlardan hayatta olanlar hala varız ve milletimizin haklarını savunuyoruz. Peki o günün galip ve şımarık Paşaları ne oldu?

Bugünün dikta heveslisi, Lâik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı orta çağ kafalıları da kaybedecekler, sonunda Türk Milleti kazanacak. Biraz geç olacak ama mutlaka olacak…

Siz hiç bu yerküre üzerinde, yatağında ölen bir tane diktatör gördünüz mü?

Rifat Serdaroğlu

KAYNAK: www.rifatserdaroglu.com